28 Aralık 2010 Salı

Hiç gitmiyorum ama, magazin sayfalarından gördüğüm kadarıyla Nişantaşı bu sene yeni yılı Avrupai/Amerikanvari bir coşkuyla kutlamaya hazırlanıyor. Işıl ışıl caddelerde yeni yıl(noel) müzikleri çalınıyormuş. Hoşuma gitti, 45 sene önce olsaydı kaçırmazdım.
Müzik deyince aklım 25 sene öncelere ve 80'lerin sonlarında dinlediğim,ama LP veya diskini hiç bulamadığım bir Christmas şarkısı geldi.
İrlandalı The Pogues adında bir grup söylüyordu. Solistleri ise Shane Mac Gowan. Şarkının adı Fairy Tale of New York. Tam sevdiğim tarz çok değişik bir Xmax carol, ama hiç bir mistik tınısı yok. Bugün internette bulup dinledim, yine çok sevdim. Dinleyin değişik gelecek.

24 Aralık 2010 Cuma

Serdar Turgut'un tabiri ile Türk malı liberalleri, veya daha eski tabiri ile faşist liberalleri iyi tanımak için lütfen 23/12 tarihli Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakanı, ve onların tamamlaması niteliğindeki 24/12 tarihli Serdar Turgut'un yazılarını okuyun. Bu sayede, başta Hasan Cemal ve Şahin Alpay(liseden sınıf arkadaşım) gibilerin ne olduklarını görün
Lütfen okuyup yorum yapın. Bu tipler artık kanımı donduruyor ve köşe yazılarından nefret ettiriyor.

20 Aralık 2010 Pazartesi

İKİ KONU!

Yiğit Bulut isimli köşe yazarının fikirlerinin pek çoğu ile hemfikir olmadığımı beni tanıyanlar bilir. Ancak şu TUSİAD hakkında bütün söylediklerine hak vermemek elde değil. Açıkça bende TUSİAD'a çok sıcak bakmam. Türkiyede yoksula, biçareye hiç bir faydası olmayan bu dernek sadece kendine çalışan, genele yararlı fakat onların menfaatine dokunan karar alan hükümetlere veryansın eden bir klüptür. Bu konularda fikirlerim kendimedir ama son yaptıkları es geçilecek gibi değil. Tipik TUSİAD ikiyüzlülüğü. Boyner hanım soranlara ne demiş; halkın seçtiği başkan ile dans etmiyecek mi imiş, ana dilimizle hitabedilince hoşumuza gitmez mi imiş? Yahu niye Rizeye gidip oradada halkın seçtiği başkan ile laz havası oynamıyorsun? Niye lazca merhaba deyip biz buralıyız demiyorsun? Veya niye yüzde seksenin arapça bilip, bir kısmının konuştuğu Hatay'a gidip Arapça konuşmuyor, yalelliye seçilmiş başkanla eşlik etmiyorsun? Çünkü oralarda ekmek yok! Oralarda reklam yok! Oralarda medya yok!
Ben bukadar ucuz, sahte yollara tevessül eden dernek görmedim.

Son zamanlarda kendimce doğru nedenlerle CHP'yi ve Kııçlaroğlunu epey eleştirdim. Ancak bazı gerçekleri unuttum sanılmasın. Türkiyenin bugünkü demokrasisi Başta tabii Atatürk ve CHP sayesindedir. AKP dahil bütün partilerin mevcudiyetinin temelini onlar atmıştır. Kılıçlaroğlunun son tutumu ve listesi ise bana kendisine biraz erken yüklendiğimi düşündürdü. İlk başkan seçilişinden sonraki suni popularite, umarımki yerinde söylemler ile yerini yavaş ama sağlam sevgiye ve AKP'ye alternatif olabilecek oy potansiyeline bırakır.

14 Aralık 2010 Salı

CHP'nin hali

Toplumda bir korku var. Bazı insanlar durumlardan ürküyor. Totaliter rejim eğilimlerinin arttığı endişesi insanları korkutuyor. Üstüne, son günlerdeki orantısız güç söylemleri, restoran kontrolleri ve bu konularda bu kesimin gözünde AKP'nin yeterli çıkış yapamaması, endişeleri arttırıyor. Dolayısıyla bu düşünce seçimde daha dengeli bir BMM'ye sıcak bakıyor. Öyle oluncada ilk alternatif olarak akla CHP geliyor.
Ama CHP ne yapıyor? İnsanlara umut vermek, sorunlara rasyonel çözümler üreterek topluma mesajlar vermek yerine, ceza kanunlarının en önemli maddeleri; suçlu bulunana kadar suçsuz, suçsuzluğu değil suçu ispat gerekir'i unutup RTE'nin hesapları gibi sığ işlerle uğraşıyorlar. En son olarak çıkan blok liste çarşaf liste polemiği ise insanları CHP'den soğutan kişisel hırsların devamı niteliğinde.
Böyle bir zamanda insanların hırslarını unutup millet için iyi olanı yapmaya çalışması gerektir diye düşünüyorum.
Ama bu zihniyetlerle, CHP'de beklenen oy artışları bir değil başka birkaç bahara kalmıştır.

10 Aralık 2010 Cuma

Comedymax'ta yeni bir dizi başladı. Ben epeyden beri internetten takibediyordum, ama dizi yeni. Bir genç ile aksi babasının anektotları. Babayı William Shatner oynuyor. Twitter hesabı "ShitMyDadSays" ama dizinin ismi "S#*! MY DAD SAYS". Komik ve zaman zaman edepsiz. Affınıza sığınarak babanın oğluna söylediği bazı şeyleri İngilizce aktarayım:
"You came out of your mom looking like shit. She thought you were beautiful. Don't know what scared me most, your looks or her judgement"
"I didn't say you were ugly. I said your girlfriend is better looking than you, and standing next to her, you look ugly"
"Humans will die out. We're weak. Dinosaurs survived on rotten flesh. You got diarrhea last week from a Wendy's"

"I found some shit in your room..... No, I found actual shit. Feces.... Well I hope it's from your shoes, otherwise what the fuck?"
"Don't start a story with this is so funny. Be like saying my dick's huge before you screw. Even if you're right you sound like an asshole.
Hakiki hayatta twitter hesabının sahibi, "Justin Halpern". kitabıda çıktı. Kitap üzerine babasının yorumları aşağıda;
"YOU, a published writer?..Internet don't count. Any asshole can throw shit up on there."
"Your mom just ordered 35 copies of your book. I'm not paying for one. Fucking. Copy. Mine's free."
En sevdiklerimden biride, edepsiz ama;
"Look we're basically on earth to shit and fuck. So unless your job's to help people shit or fuck, it's not important, so relax.
Bunlar yazabildiğim en edeplileri. Dizide ne kadarı olur bilemem. Takibetmek isterseniz, "ShitMyDadSays.com"

8 Aralık 2010 Çarşamba

Tekrar merhaba!

Neredeyse iki aydır birşey yazmıyorum. Eh yaz bitti Fulya geldi, ev bir keyiflendi. Öyle olunca bloq'la uğraşmak pek cazip gelmedi. Ayrıca güncel mevzularda pek yeni birşeyde yoktu. Ancak bu Wikileaks mevzuu için bir iki laf etmem lazım.
Kısa ve öz, ben de bazıları gibi bütün bu işin bir büyük istihbarat senaryosu olduğunu düşünüyorum. Orada da bu işi en iyi organize edecek, CIA! Düşünün şok edici sızıntılar basına yansımadan önce İsrail başbakanı, bizimle ilgili önemli birşey yok diyor hakikaten öyle. Sızıntılar önce ABD aleyhine, ama, başedilebilir haberlerken birdenbire hernasılsa Milletlerarası ve ispatlanması pek mümkün olmayan kısmen de önemli şahısları karalayan bilgiler haline geliyor. Bunların bazısı magazin mecmualarında görseniz okumayacağınız türden. Ama bazıları cidden düşündürücü.
Neyse, önce bilgileri ilettiği gerekçesiyle zavallı bir askeri içeri aldılar, akıbeti mechul, şimdide patronu içeri alıyorlar. Suç çok ağır! ABD'de olsa idama kadar gider! Tecavüz, üstüne üstlük biri yırtık kondomla diğeri kondomsuz. Adamın adıda artist veya roman kahramanı adı gibi. Julian Assange. Buna benzer adlı Fransız asıllı bir aktör vardı. Netice olarak ben bu zatında o zavallı asker gibi bir şekilde maşa olduğunu ve bu bilgilerin bilinçli olarak sızdırıldığını düşünüyorum.
Gelelim iç yansımalara; beni tanıyan herkes bilir, bazı olumlu bulduğum adımları hariç, AKP'ye yakın olduğum söylenemez. Şu sekiz hesap meselesi bence tam bir izi kalsın durumu. Düşünün temize çıkmak için bir başbakan İsviçre bankalarından mevduatı olmadığına dair yazılı imzalı belge isteyecek. Öteki taraftan delil isim isteyen yok. İşin en acıklı tarafı bu işe mal bulmuş mağribi gibi sarılan ana muhalefet parti başkanı. Doğrusu ben Kılıçlaroğlundan ümitliydim, zaman zaman şüphelerim oldu ama ümitliydim. Ama hukukun en önemli kaidesi olan suçu ispatlanana kadar suçsuz kuralını hiçe sayıp, elle tutulur hiç bir delil olmaksızın savunma istemek en azından, eski edebiyat öğretmenimin dediği gibi, amudi fıkari'den konuşmaktır.
Bu muhalefet zihniyetiyle de, iste isteme AKP'nin yolu açıktır.

1 Ekim 2010 Cuma

MONŞER'İN SÜZGECİ

Sıkıldım! Seküler yaşam tehlikeye mi giriyor, Türkiye nereye gidiyor, daha once birara kafa patlattığım TC/ABD/İsrail çıkar çatışmaları ne boyutlara varır, RTE diktatör mü olacak gibi konulara kafa patlatmaktan usandım. Susarsan başına gelir teranesinden de bıktım. Bir süredir birde Beyaz Türklük meselesi çıktı! Acaba Türkiyede eski Rusyada ki gibi bir asiller sınıfı var da ben mi bilmiyorum? Zira benim bildiğim onlara Beyaz Rus denirdi. Dolayısıyla bence TürkiyedeBeyaz Türk olmaz, sadece eğitimli,seçkin,tarihi siyasi görgüsü olan Türk evlatları olur. Ha bazıları kendine Beyaz Türklüğü yakıştırabilir, ama bilin ki onların çoğu "ver bir cek" diye viski ısmarlamayı bir şey sanan, 45'inden sonra gösteriş için tenise hatta golf'e başlayan ezik görmemişlerdir.
Neyse, kardeşim Ersin'in başlıktaki isimde yeni bir bloq'u var. Keyifli bilgiler veriyor. Dolayısıyla oraya yorum yapmakta rahatlatıcı. Ben bundan sonra bu tip bloqlar okuyup yorumlar yapacağım. (böyle başka bloqlar biliyorsanız haber verin) Ayrıca gazetelerin sadece spor ve magazin sayfalarını okuyacağım. Hatta yeniden kendime erkek dergileri almaya başlayabilirim.

28 Eylül 2010 Salı

Çoktanberi eskiye dönüp bilgisayarı unutmuştum. Ama bu akşam Bloomberg tv'de Kerem Görsev ile yapılan röportajı seyredince, müzik hakkında düşündüklerimi bir uzman ağızından birebir dinleyince paylaşayım dedim. Adam iyi müzik için eğitim (konservatuvar) dedi, bilgisayar değil, kalem porte kağıdı ile beste dedi, yazlık plaj (artık beach diyorlar) müziği değil Bülent Ortaçgil, Özdemir Erdoğan dedi, caz'a başlanacaksa klasik caz dedi, yani söylenmesi gereken herşeyi söyledi. Keşke kaydedip meraklısı için hepsini yazabilsem. Benim gibi elektronik karşıtı (birazda tutucu) müziksever için keyif verici bir söyleşi idi.
Tavsiye ettiği http://www.jazzradio.com'u/ dinliyorum, inanılmaz bir zevk, tavsiye ederim.

14 Eylül 2010 Salı

Yine siyaset!

Son zamanlarda siyasete bulaşmamaya özen gösteriyordum, ama dış dünyada Türkiye ile ilgili okuduklarım bir daha yazmama sebep oldu.
Herşeyden önce, sevin veya sevmeyin, isterseniz nefret edin, ama kabul edin ki RTE, kendi janrıyla çok başarılı bir lider. Amerika da artık pek mutlu olmasada bunu görüyor. Peki onlara göre bu başarının ana sebepleri ne? Şunlar:
 Türkiye çoğunlukla dindar bir ülke. Dolayısıyla dini değerleri önde tutmayan ve üstüne gitmeyen partilerin şansı az. Peki şimdiye kadar, MSP'nin koalisyon ortaklığı hariç neden bu görüşün politik başarısı yok ta AKP'nin son yıllarda önemli başarıları var? İşte burada AKP (RTE)'nin milliyetçiliği MHP ve CHP'nin önüne taşıması gerçeği yatıyor. Bu yeni milliyetçilik etnik kökenli sert iç milliyetçilik değil, Bu daha popülist dışarıya dönük ABD ve İsrail'e karşı çıkışlarla alkışlanan bir milliyetçilik. Bu sebeple AKP MHP'den oy çalıyor. O kadar ki, MHP'nin seçim barajını aşıp aşamayacağı bile gündemde.
İşte benim merak ettiğim bundan sonraki dış politika. Eğer ABD'ye karşı bu sert politika devam eder ve zaten tedirgin ABD tamamen karşımıza alınırsa ne olur? Taraftarı veya düşmanı olalım, ABD hala tek süper güç dolayısıyla İran gibi yanlız kalmak istemiyorsak ABD ile menfaatlarımızı sonuna kadar koruyan ve fakat tatlı sert bir politika daha faydalı olacaktır sanıyorum. Diyeceksiniz ki zaten Türkiye İran yapılmak isteniyor. Ben buna, işin oraya varacağı fikrine, katımıyorum. Sebebim son derecede ekonomik. Türkiyenin ticari ilişkilerinin %90'ından fazlası Batı ile dolayısıyla bu değişim sermayenin (yandaş denilen sermaye dahil) ve İktidarın işine gelmez.
Bakalım göreceğiz.

Eğer klasik caz'ın modern yorumlarını seviyorsanız mutlaka Robin McKelle'nin İstanbul konserine gidin. Konser dolayısıyla aklıma geldi, yorumcunun Mess Around albümü de çok keyifli.

8 Eylül 2010 Çarşamba

U2

Son 10 gündür U2 ile yatıp Bono yani Paul David Hewson ile kalkıyoruz. Müzik sevmeme biraz da bilmeme rağmen U2'ye ait hiç bir parça bilmediğimi hayretle farkettim. Muhakkak ki dünyaca fevkalade çok hayranı olan tekniği çok yüksek ve yaratıcı sahne efektleri tasarlayan bir grup. Ayrıca Bono'nun yardım faaliyetleri de takdire şayan. Ancak bence hiç bir zaman klasikleşmiş bir topluluk olamayacaklar. Yani 30-40 sene sonra bir Blood Sweat & Tears, bir Chigago, bir Beatles, bir Pink Floyd gibi sadece müzikleriyle hatırlanmayacaklar. Bu arada senelerce haklı veya haksız Türkiye karşıtı demeçler veren, ve burada konser vermeyi reddeden Bono'yu geleneksel abartıcılığımızla 2 bakan eşliğinde eşliğinde köprü kapatıp yürütmeler, Başbakan ile görüştürmeler doğrusu hiç hoşuma gitmedi. İçimde kalmasın dedim!

7 Eylül 2010 Salı

I did it my way

Gecenlerde MD Mehmet Öz'ün hastalığını okuyunca üzüldüm. Anladığım kadarıyla tedavisi mümkünmüş. Beni bu konuda bazı yayınlardaki alaycı yaklaşımlar, tavsiyeleri ile ilgili bazan seviyesizliğe varan kücültücü ifadeler çok rahatsız etti.
Bu sağlıklı yaşam konusunda ben şöyle düşünüyorum; bence insan kendisine faydalı olan herşeyi kendini zorlayarak yapmaktan ziyade, hayatında yaşam kalitesini en üst seviyeye getirecek dengeyi bulmalıdır. Dolayısıyla bırakın katı kuralları, kendi dengeniz içinde hayatta mutlu olmanız neyi gerektiriyorsa onu yapın. Sonrada, işin sonu geldiğinde, şarkılardaki gibi, "that was a good life" veya "I did it my way" diyebilin.

1 Eylül 2010 Çarşamba

redaksiyon

İnsan akşam eve geldiğinde yalnız olunca, izin verilen tek kadeh ve müzik eşliğinde gayri ihtiyari geçmişe gidiyor. Geçen gün dikkat ettim ki ben kendi geçmişimin editörü olmuşum. Geçmişimi montajlıyorum. Kötü anıları kesip, peşpeşe güzel hatıralara dalıyorum. Ya iyi bir editörüm veya epey güzel şeyler yaşamışım ki, şöyle bir silkinince gülümsediğimi farkediyoru. Demem odur ki, sizde kendi mazinizin edıtörü olun, montajlayın kötü anıları kesip atın, sizde arka arkaya güzel hatıralarınızla yaşayın. Göreceksiniz, bir iki saat sonra çok sevdiğiniz bir film seyretmişcesine mutlu olacaksınız. Hadi başlayın redaksiyona, mutlu edin kendinizi.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Erken bir sabah

Sabah uyku tutmadı, çok erken kalktım. Kahve içip gazeteleri beklerken aklıma ilk yurt dışı seyahatlerim geldi. Rahmetli babam Fransız Compagnie İnternationale des Wagon Lits kısaca Wagon Lits, Türkçesi Yataklı Vagon şirketinde çalışırdı. Bu sebeple ilk yurt dışı seyahatlerim hep trenle olmuştur. Ama oyle kısa yolculuklar değil, 3gece 4günlük yolculuklar. 1950-1955 arasında İstanbul-Beyrut-İstanbul ve İstanbul-Paris-İstanbul seyahatlerim az değildir. İstanbul-Beyrut pek eğlenceli değildi ama cocuk aklımla Paris yolculuklarına bayılırdım. Babam orijinal Orient Express' seçmezdi.( İst-Bükreş-Budapeşte-Viyana-Munih-Paris) Onun yerine adını Alplerdeki uzun tünelden alan Simplon Orient Express'i seçerdi. İst-Sofya-Belgrat-Trieste-Venedik-Milano-Lozan-Paris arasındaki yolda Bulgaristan hariç her sınırda lokomotif ve daha önemlisi vagon-restoran değişirdi.Hayatımda ilk balkan yemeklerini orada tattım. İlk domuz pastırmamı, ricotta soslu spagettimi oralarda yedim. Trieste ve Venediğin tren yolundan görünüşü bambaşkadır. Sonunda Parise gelip Gare de L'est'e indiğinizde bir hüzün çöker, bir heyecan başlar
Belki cocukluk abartısı ama, düşünüyorum da şimdiki en lüks kara yolculuğu o kadar hoş, o kadar mistik olamaz.

29 Ağustos 2010 Pazar

Geçmiş günler

Bugün ABD - Slovenya basket maçını izliyordum. ABD'nin sonradan oyuna giren çok güçlü beyaz 5numarasını zevkle seyrederken birdenbire yorumcu, bu Kevin Love' ı babası çalıştırmış olamaz dedi. Ben hoppala derken, işi açıkladı. Meğer o pivot'un babası Mike Love imiş. Efsane Beach Boys'un kurucularından. Tabii hemen '60'lara gittim. Galiba '61 senesinde üç Wilson kardeş ve kuzenleri Mike Love kurmuştu grubu. Amerikanın gözdeleri oldular hemen. Avrupada çok bilinmeselerde, bir çağ başlattılar. Mıami'yi, surf'ü ve o amerikan genç plaj kültürünün yaratıcısıdır onlar. Bizler içinde yazların vazgeçilmezleri idiler. Onları '61 '70 arası takibettim. Surfin' USA, Why do fools fall in love, Good Wibrations ve özellikle Cotton Fields çok sevdiğim şarkılarıydı. Tavsiye ederim dinleyın. '60'ların bu naive, basit akorlu, ama coşkulu ve içten müziğini deneyin. Bugünkü, adını duyamadığım NTV yorumcusuna bana hatıralarla dolu keyifli bir akşam üzeri geçirttiği için çok teşekkür ederim.

Hafta sonu

Hava iki gün idare eder sıcaklığa düştü ama bugün yine sıkı sıcak,dolayısıyla geç akşamüstüne kadar yaş icabı tenis yok. O saatlerde de basketbol, futbol yayınları var demektir ki bugün evdeyiz.
Böyle olunca da insan zihni o daldan öbürüne konuyor. Otururken aklıma geçen haftalar da manşet olan bir iki konu geldi. Yazayımda insanlar benim gibi mi düşünüyor anlayayım dedim.
Son günlerde sanatçılarda evet/hayır'la ilgili görüşlerini ve reylerinin ne olacağını beyan etmeye başladılar. Ben, Fazıl Say hariç hiçbirinin sanatını iyi bilmememe ve fazla ilgilenmememe rağmen, hepsi önde gelen sanatçılar. Fikirlerine (evet veya hayır) saygım var. Çünkü hepsi Türkiyede oturan , günlük konuları kendi açılarından değerlendirebilecek insanlar. Bir tanesi hariç; Nobel sonrası Türkiyeye veriştirmeyi marifet sayan ermeni konusunda bile bizi zora sokacak demeçler veren Orhan Pamuk isimli yazar. Kendisi New York kentinin aykırı dolar milyonerlerini oturduğu Upper West End muhitini kendine mekan seçmiş bulunmakta. Öyle olunca romantik bir aykırılık manşet kapar, ses getirir. Zaten esas olanda reklamdır. Roman satışları dışında Türkiye ve Türkler onu fazla ilgilendirmemektedir ayrıca Anayasa taslağının A'sını okumadığına eminim. Hiç bir romanını okumadım ama anladım ki adamlığının da pek sevilecek tarafı yok.
Yine bugünlerde magazin sayfalarında Türkbükü bitti manşetleri var. Eğer bundan iyi balık restoranları, temiz deniz kastediliyorsa, doğru. Ama bizde bu görgüsüzlük, bu gösteriş merakı olduğu sürece Türkbükü bitmez. Sonradan olmalar, baba parası yiyenler ve sözde ikoncanlar orayı bitittirmez. Dolayısıyla bu açıdan üzülenler rahat olsunlar, yukarıdaki değer ölçüleri!!! geçerli olduğu sürece Türkbükü dimdik ayakta kalır.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Gecen hafta

Fulyanın gelmesiyle başlayan hafta, tahmin ettiğim gibi çok güzel geçti. Perşembe, Zeyno' nun ilk yaş günü için sadece büyükanne ve büyükbabalar ile kutlama. Cuma günü Tanya ve Ersinlerde koca adam olmuş Aliş'i kucaklama ve sıkıştırma, Ersinin sürprizi sevgili dostum İlhanla yıllar sonra karşılaşma, güzel bir mangal eşliğinde bol gülmeli bol dedikodulu bir yemek.
Ama haftanın ana olayı Zeyno'nun kır doğum günü partisi idi. Filiz ona eksizsiz ama abartısız zarif bir parti hazırlamıştı. Rafine bir parti idi.
Benim için ayrı bir mutluluk'ta tüm Saran ailesinin tam kadro orada olması idi. Parti sahibi Zeyno, Filiz, AliSinan; Aliş, Alara, Ayşe, Tanya, Ersin; ve biz, Fulya ile ben. Çoktandır böyle beraber olmamıştık pek hoştu. Bir daha ne zaman olur bilemem ama ben sık olmasını isterim.
Velhasıl felekten güzel bir hafta çaldık. Bu sabah, Fulya yazlığa döndü bana'da tenis, futbol ve basketbol maçları ile müzik kaldı. Herkeze sevgi dolu kalabalık aile toplantıları ve iyi haftalar.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Bazan yarım asırı aşkın, en iyi arkadaşım Tayfur'u kıskanıyorum. İki tane kocaman kızı var. İkiside Avrupai güzel, mükemmel yüksek öğrenim gördüler ve mükemmel evlilikler yapıp, çoluk çocuğa karıştılar.
E bunda kıskanılacak ne var diyeceksiniz? Anlatayım; Haftanın beş günü ikisinden biri babalarının yanında. Bu sistem iki elleri kanda olsa bile değişmiyor. torunların biri geliyor, biri gidiyor. İşte bu faslı kıskanıp keşke birde kız çocuğum olsaydı diyorum. Malum erkekler evlendikten sonra çoğunlukla hanım köylü oluyorlar.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Bu hafta

Bu hafta çok güzel başladı. Pazartesi Fulya geldi, evdeki yalnızlık iş yaratmaya çalışmalar sona erdi. Keyifli sohbetler ve gülmeler başladı. Bu gün Zeyno'nun birinci yaş günü. bunu görmek bambaşka bir zevk,
Cuma günü yarı yeğen yarı torun Alişi görmeğe gideceğiz. Şimdilik ailenin bizlerden sonraki tek erkeği. Oda ayrı bir güzellik. Yani günaşırı keyif, zevk, eğlence, veya ne derseniz deyin.
Dolayısıyla bu hafta dış ve iç basın takibi ve üzülmece yok, karamsarlık yok.

13 Ağustos 2010 Cuma

Yazmayayım diyorum ama bir hafta dayandım, daha dayanamadım.
Kısacık yazayım siz karar verin. Kronoloji şöyle; terfii gelmiş gelmemiş bir dolu ordu mensubu tutuklanıyor, YAŞ başlıyor. YAŞ'ta anlaşmazlık krizi yaşanıyor, tutuklamalar kaldırılıyor. Hemen akabinde taraflar beyanlarıyla uzlaştıklarını bildiriyorlar.
Yemin ediyorum bizimle alay ediyorlar. İktidarda, orduda, yargıda, kurumlarda zekamızla alay alay ediyorlar.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Bugün kulübe eski arkadaşlardan biri geldi. Laf lafı açtı, rahmetli Ömer Akça'ya geldi. Eve geldikten sonra Ömer ve hatıralara daldım. '62 '63 senelerinde bizim yaşlarda pek araba kullanan ve pek trafik olmadığından, babalarımızın arabasını kullanırken karşılaşır ve pek sevişmezdik. Sonra tanıştırıldık ve ahbap değil arkadaş olduk. Hiç evlenmedi. Hep, ben bu kızları anlamıyorum, eğlenelim diyorum, onlar evlenelim anlıyor derdi.İnce uzun boylu, çok zarif giyinen biriydi. Tam bir kötü zaman dostuydu. Hani kuruşunu bozdurur duruşunu bozdurmaz denen mert biriydi. Hayatımdaki en önemli iki kadınıda bana tanıştıran oydu. Biri kuzeni karım Fulya ki beraberliğimizi önceleri ona söylememiştik, diğeri oğlumun annesi. Annesine çok düşkün, fevkalade güzel yemek yapıp misafir ağırlayan biri idi. Ömer'i uzun anlatsam fıkra ve espri dolu bir roman olur, ama oda maalesef iyiler erken ölür kaidesini bozamadı ve genç yaşta yaşadığı gibi tertemiz öldü.

Şundan bundan

Ramazan geldi. Bu zamanlar hep düşünmüşümdür, niye ben ortadayım; dinime bağlıyım ama çoğu vecibelerini yerine getirmem. Yinede birkaç gün oruç tutarım. Ticani olmayan ve tüm vecibelerini yerine getirenlere saygı duyar, hatta gıpta ederim. Anlıyorum ki, bu benim aile yapımdan. Babaannem, aile icabı tam bir saraylı idi. Obir yere girince herkes ayağa kalkar, o ise birileri geldiğinde sadece öpülmek üzere elini uzatırdı. Köşkte çoğu ramazan geceleri mahalleye iftar verilirdi. Tam bir müslüman Atatürkçü idi. Fevkalade ud çalardı.
Öte yandan anneannem yaşamı icabı, tam bir Avrupalı idi. Fiziği, giyimi, hayat tarzı ışıl ışıldı. İlk profesyonel kadın gazetecilerden biriydi. Oruç tutup tutmadığını pek hatırlamıyorum ama öyle iftar yemekleri filan vermezdi ama fevkalade dans eder ve piyano çalardı. Söylemek istediğim, Ramazan geceleri ikisi( anne ve babaannem ) birlikte Türk sanat müziği çalmak demek az gelir, resitalleri verirlerdi.
Sonraki nesil, yani annem ve babam gerçek modern müslüman idiler. Gençliklerinde Oruç tutarlar, beş vakit olmasada, annem adını bilmediğim bazı namazları kılardı. İftar sofraları düzenlenir, eniştemin rakı içmesi yadırganmazdı. Sonra yaşlanıp hastalıklarla boğuşmaya başladıklarında tabii ki bu dini ritüeller aksadı.
Herhalde ben böyle çok yönlü bir aileden geldiğim için ortadayım. Zannetmeyin ki şikayetim var aksine herkezi anlayıp hoşgörülü olmak hoşuma gidiyor.

WOODSTOCK
Ağustos ayları hep bana Woodstock festivalini hatırlatır. 1969 yılında yapılan bu festival bir yerde bir jenerasyon başkaldırısı, baskıya karşı başkaldırı idi. Orada, 400 bini aşan insan, muhteşem konserler izledi. Tabii o zamanlar teknoloji bu kadar ileri olmadığından önce binbir güçlükle doldurma kasetini, sonrada orijinal LP'sini edinmiştim. Hernekadar LP'deki bütün sanatçıları sevmesemde, o zamanlar o LP'ye sahibolmak adeta bir ayrıcalıktı.
Kaybettiğime belkide en üzüldüğüm plaktır. Neyse orada çalanlar arasında, hatırladığım kadarıyla, Blood Sweat and Tears, Joe Cocker, Carlos Santana, Jimi Hedrix, The Who, The Jefferson Airplane, Joan Baez v.s. vardı. Adeta bir gençlik çağı değişimiydi.

8 Ağustos 2010 Pazar

Nolacak bu Fenerin hali!

Ben Leftere yetiştim, Basri ağabey ile beraber oldum. Ercan ile birlikte Can Bartu ile araba muhabbetleri yaptık. Lefter, basri, Can doğma büyüme fenerlidirler. Rahmetli babamın arkadaşı küçük Fikreti sayamıyorum çünkü beraberliğim olmamıştır.
Şimdi gelelim Aykut Kocamana, sadece 8 senelik Fenerli. Oğuz ile birlikte takımda Sakarya hizip'inin bir parçası. Ali Şen'in en doğru hareketlerinden biri onları göndermek. Teknik Direktörlükte hiç bir başarısı yok. Zaten herne hikmetse FB hariç isteyende yok. Geçen sene hilkat garibesi bir Gn. Mng.'lik vasfıyla, her ne kadar pek sevmesemde, Daum'u çeşitli ayak oyunlarıyla yedikten sonra FB teknik direktörlüğüne geldi. Şimdi ilk hedefi futbol kültürü, bilgisi, görgüsü çok fazla olan Alex De Souza' yemek. Alex şu anda Aykuttan sadece iki yıl daha eksik Fenerli. 2004 yılında geldi, hizipçi Aykut yemezse, Fenere gelmiş geçmiş en faydalı futbolcu olmaya devam edecek. Aykut'un başarılı olma şansı, eğer A. Yıldırım kesenin ağzını açmazsa, hele Lugano arızaya gelirse sıfır. Rıdvan Dilmen gibi futbol zekası Aykut'tan katbekat üstün birinin başarısız olmadan FB'den gönderildiğini düşünürsek, Şu anda bile Young Boys rezaletinden sonra Aykut'a arka çıkmak tuhaftır.
FB seyircisi ikinci hafta Trabzonspor faciasından (büyük ihtimal) sonra gereğini yapacaktır ama ben şimdiden bu şartlar altında 66 senelik FB'liliğimi donduruyorum.

6 Ağustos 2010 Cuma

Bugün sondur. Bütün yerli, bir kısım yabancı yayınları takibimin son günüdür. Artık gazetelerin önce spor, sonra magazin ve en sonundada günlük haberlerine şöyle bir gözatacağım okadar. Zira okudukça insan zaten iyi olmayan durumu kendi kendine komplo teorileriyle süslüyor ve benim gibi tepkisiz  insanı bile paranoyak bir hale getiriyor.

Buyrun;
YAŞ'ta son durum 1977 Demirel hükümetindeki durumu çok hatırlatıyor. O durum ki emekliliğini bekleyen Evren paşanın önce KKK sonra Genel Kurmay Bşk. olmasını sağlamıştı. Dahası o zaman olduğu gibi bu 30 Ağustos'u da komutansız geçirebiliriz.
Komplo teorisi ve paranoya dedik ya; gelelim dışarıya. Dün KUDO, bugün başka bir teori.
Son günlerde en fazla PKK hareketi hangi bölgelerde görülüyor? Akdeniz ve Karadeniz. Her iki bölgenin ortak yanı ne? Herikisinin denizlerinde muazzam doğal gaz kaynakları var. Karadeniz biliniyordu ama yeni bulgular, Doğu Akdenizde Lübnan ve Gazze açıklarında büyük rezervler olduğunu gösteriyor. Bu durum başta ABD ve diğer güçlerin iştahlarını kabartıyor. Ayrıca yalnız rezerv değil petrol ve doğalgaz geçiş yolları olması açısındanda çok önemli olan Karadenizde istediği gibi at oynatamamak ABD'yi kızdırıyor. Türkiye ise çıkarlarına daha uygun olan Rusya ile yakın safta.
Gelelim Akdenize; Yahudı lobisi ABD'yi İran'ı bir an önce vurma konusunda sıkıştırıyor. Bu arada Ahmedinejad, ellerinde İranın 3 ay içerisinde vurulacağına dair bilgiler olduğunu söylüyor.
Peki bu gerçekleşirse İsrail katılmayacak mı? Katılırsa hava sahamız onlara kapalı ve o yoldan geçme zorunluluğu varsa ne olacak?????

Belki yarın son bir aydır süren konfederasyon kavgaları ile bir iki şey söylerim, ama ondan sonra tövbe! GelsinDünya Basketbol şampiyonası, gitsin Aykut kocaman ve cidden FB'nin hali. Bunlar yetmezse tek içki eşliğinde müzikle ruh dinlendirmece.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Dünden devam

Bu şirket (KUDO)  igal öncesi Irakta iş yapmakla ve gizli eğitim kampları kurmasıyla gündeme gelmiştir.Aynı zamanda işkenceli sorgularıyla gündeme gelen ABD özel güvenlik şirketi Dilligence ilede ilişkidedir..An ladığım kadarıyla şirket İsviçre kayıtlı İsrail'de mukim. Barzani ile bağlantıları ise eski Alman istihbarat şefi Berndt Schıdbauer. İlgili başka önemli isimde, CIA'nın eski yetkilisi, aşırı israil yanlısı Woolsey.  Michaels'in Türkiye bağlantıları, adres ve telefonları var. Bu arada yine U Talu bilgisi 2006 BBC kaynaklı haberde, röpörtaj yapılan bir İsrailli asker Türkiyeden Irak'a pasaportsuz geçirildiklerini söylüyor. Geçiren kim meçhul.Şimdi, isimde manidar, Dört Yolda Amerika İsrail Barzani ile Türkiye karşılaşıyor.
Ben PKK, Barzani, Kuzey Irak sürecinin Amerikalı radikaller ve Yahudi lobisi tarafından Amerikan askerinin Irak yolu olarak Anadoluyu kullanamaması bahanesiyle başlatıldığına inanıyorum. Eğer bu bilgiler detaylandırılır ve kesinleşirse, birilerinin taşeron değil yardımcı başrole soyunduğu görülebilir.
Onu okuyup bu bilgilere ulaştığım için Umur Talu'ya teşekkürler. 

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Nereden nereye

Baldır adalem bir gün tenis oynayıp bir hafta oynama izin vermediği için hayatımda önceliğim olmayan politikaya merak sardım. Bugünde genç kulüp arkadaşlarımın sabahın bir saatinde telefonlar edip, abi değil tenis kulübe bile gidilmez deyince anladım. Kibarcana yaşlı ve kalp problemi olanlar sokağa çıkmasın diyorlar. Onlarla bu konuyu görüşeceğim, ama bir yere çıkmayınca merak ettiğim Mavi Marmara, İskenderun, İnegöl, Dörtyolu biraz araştırayım dedim.
Bütün yakınlarım bilir; yahudileri pek sevmem ama araplara sevgisizliğimde onlardan çok az değildir. Ama bazı bilgiler komplo teorileri olabilsede incelemeye değer.
Umur Talu'nun yazdığı gibi, ABD'nin muhafazakar sitesi WorldNetDaily İskenderun ile ilgili KUDO'ya atıf yaptı KUDO açılımı, Kurdistan Development Organisation. Kurucusu bir Kürt değil, Shlomi Michaels ve ortağı eski mossad şefi Dany Yatom. Barzani ailesinin de KUDO ile Türk müteahhitlerinin inşa ettiği Erbil havaalanı ihalelerinden %20 (60 milyon dolar)lık bir anlaşma yaptığı KUDO'nun bir ortağına dayanılarak söyleniyor.
Bunları yazarken biryandanda müzik dinliyordum. bunları yazmaya L cohen'in DEAR HEATHER albümünün sonuna kadar devam edebildim. Ama Tom Waits'in Small Change'si bitip Burma Shave'si başladığında bütün önce yazdıklarım manasız geldi.
Şİmdi sadede gelelim; eğer dinlemedinizse Cohen'in bildiğim kadarıyla son albümü olan Dear Heather'den Villanelle For Our Time ve ToA Teacher parcalarını dinleyin. Ayrıca Tom Waits'den Tom Traubert's Blues'i muhakkak dinleyin. Esas adı Waltzing Matilda bu kadar değişik söylenebilir mi? Bu arada bu manyak müzik Fulyaya seneler önce enteresan gelmemi sağlayan müziktir.
Unuttum zannetmeyin, yukarıdaki konuya müzikten fırsat bulursak devam edeceğiz.
Eyvah Blue Valentines başladı. Bu gidişle çoktandır ilk defa müzikle içki olmamasına rağmen sabahlayacağız.

Anılar

Dün gece bir şeyler okumak için kütüphaneyi karıştırırken, ne zamandır bakmadığım "the centenary encyclopedia of automobiles" gözüme takıldı. Şöyle bir bakayım dedim ve tabii hatıralar canlandı. Amcamın Ford Consul'u, babaannemin '51 model Buick Super Eight ve daha sonra hızından dolayı çok sevdiğim '53 Oldsmobile 88'i. Daha sonra ilk arabam olan '54 jaguar XK 140. Le Mans 24 saat kazanmış tam bir spor araba idi. Hala sattığıma pişmanımdır.
Ama bütün bunlar arasında benim için çok özel yeri olan ve hiç unutmadığım bir otomobil var; ilk kullandığım babamın arabası, Citroen 7CV. CV cheveu vapour yani buhar beygir gücü manasına geliyor. Dünyada devrilmeyen araba olarak şöhret yapmıştı ve bizimkininde Anadolu yakası kızları arasında epey şöhreti vardı. Şimdi olmayan Bağdat caddesi Göztepe ışıklarındaki, Sami abi'nin Türk Petrolundan 250 Krş.lik (benzinin litresi 25 Krş idi) benzin alır, kendimizi gidiş geliş olan Bağdat caddesinin sakin, asude yollarına atardık.
Hiç unutmadığım birşeyde, kızlı erkekli 7 kişi Şileye denize gitmemizdir.
Sadece genç olmak için değil , ama o günlerin Kadıköyünü yaşamak için neler vermezdim bilemessiniz.

3 Ağustos 2010 Salı

2004 te çekilmiş olan Fahrenheit 9/11 filmini şimdiye kadar önemseyip seyretmediğim için pişmanım. Film Amerikanın Irak savaşının gerçeklerini gösteren bir dokümanter. Öyle bir dokümanter ki işin iç yüzünü, büyük şirket CEO larının onca kayıplara ve yerel halk sefaletine rağmen edilecek karlar dolayısıyla verdikleri keyifli beyanatları, ve Bush'un elit tabir ettiği zenginlerle düzenlediği finans yemeklerini yorumsuz gözler önüne seriyor.
Film Digitürk'te oynuyor seyretmediyseniz lütfen seyredin. Hele son 15 dakikası bizi hatırlatan bir ibret vesikası. Yapımcı Amerikan senatosunun 535 üyesinden sadece birinin çocuğunun Irakta olduğunu öğrendikten sonra, senatörlere ordunun tanıtım/reklam broşürlerini vermeye çalışması ve aldığı reaksiyonlar görmeğe değer. Askere gönüllü gidenlerin sosyal durumu ve imkansızlıktan gönüllü oluşları bana yaşam yerleri, durumları ve Amerikalılıkları açısından orta okuldaki orta Amerikalı hocalarımı hatırlattı. Şimdi onları daha çok sevdim. Onlarda bizim gibi milliyetçiydiler.

1 Ağustos 2010 Pazar

Pazar

Dün klüpte benimle ilgili bir anektodu anlattılar. Arkadaşlar otururken, genççe bir hanım sormuş; yahu demiş, Basri bey yaşlı başlı adam ama hepiniz onun etrafına toplanıyorsunuz, çiftlerde takımları o düzenliyor, kimle isterse oynuyor filan demiş. Orada bulunan 55 yaşlarındaki sporcu çok sevdiğim bir kardeşim cevabı şu fıkra ile vermiş.

Hanımın biri papağan almak için dükkana girmiş. Çok güzel çok parlak tüylü bir papağan istiyorum demiş. beğendiği birinin fiyatını sormuş, 1000TL, başka birtane 3000TL diğeri, 5000TL en sonunda kenarda mat tüylü yaşlı bir papağan görünce peki bu kaç para demiş. Dükkan sahibi 30000TL deyince şaşırmış ve onca güzel kuş yanında bunun fiyatı niye böyle demiş. Dükkan sahibi şu cevabı vermiş; Hanımefendi görünüşü bilmem ama bütün papağanlar o ne derse yapıyorlar demiş.

Duyunca önce ben okadar yaşlımı gözüküyorum diye küfür edecekken sonra gururum okşandı.

İnsan emekli de olsa eski alışkanlık, Pazar miskinlik günü. Sabah bir tomar ilacımı aldıktan sonra kahvaltı edip gazetelere göz gezdirdim. Pazar gazeteleri en sevdiklerim, zira gazetelerde Pazarları biraz daha gevşek, daha ılıman oluyorlar.(En azından benim okuduklarım) Eli kılıçlı köşe yazarları bile biraz insani, biraz laylaylom yazılar yazıyorlar. Bugün beni çok gururlandıran, bir Türk ve Türk asıllı kız sporcumuzun 110 engellide Avrupa şampiyonu olması oldu. Arada, bunca karanlık gündem arasında, böyle şeyler insanın içini aydınlatıyor.

Sevgili sapık köşe yazarım Serdar Turgut' tan bir site öğrendim. http://www.deathclock.com/. Büyük ihtimal benim dışımda herkes biliyordur ama işin özü şu; siteye girip yaş ve diğer alışkanlık, bedensel bilgilerinizi veriyorsunuz, site size ölüm tarihinizi ve kaç saniye ömrünüz kaldığını söylüyor. Hiç bir ilmi değeri olmasada insanın ekranda azalan saniyelerini seyretmesi ilginç.

Şimdilik herkese uzuuuuun saniyeler.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Dün Türkiyenin bölünmesi için dış çabalardan ve bu olasılığın insanı dehşete düşürdüğünden söz etmiştim.
Bugünkü (31/7/10) tarihli Vatan gazetesinde, 12 Eylül sürecinde Barış Derneği dolayısıyla uzun süre hapis yatmış olan kıymetli Prof. Dr.Gencay Şaylan'ın "yugoslavyaya benzemeyelim" başlığı altında fevkalade gerçekçi, bir okadar da ürkütücü tespitleri var. Lütfen okuyun.

30 Temmuz 2010 Cuma

Günlerdir içimde nedenini çözemediğim bir sıkıntı vardı. Dün gece bunun bir sıkıntı değil, bir ürküntü olduğunu ve neden ürktüğümü anladım.
Birincisi, alıştığımız seküler yaşam tarzımızın değişebileceği düşüncesi beni ürkütüyor. 70'ine merdiven dayamış ve pek az borcu kalmış biri olan benim için korkunç olmasada, torunumu, oğlumu, gelinimi düşünüp ürküyorum. Benden yaşça epey küçük kardeşimi ve onun ailesini düşünüp ürküyorum.
Yine aynı nedenlerle İnegöl ve Dörtyol olaylarından sonra, Türkiyenin bölünme ihtimali beni dehşete düşürüyor. Hernekadar sevmesem de Bakanın hakkı var bir parmak var. Ama o parmak içte değil dışta. Tee '70'lerde Amerikan NSA'sinin hükümetine tavsiyelerine uygun. Kabul edelimki Türkiye son 30 yılda her yönde çok yol aldı. Artık kendini tamamen milletlerarası ianelere muhtaç hissetmeden yürüyor. Ayrıca dış güçler açısından çok rahatsız edici birşeyde, sanayi kendi ayakları üzerinde büyük gelişme gösteriyor. Özelliklede harp sanayii. Yabancı güçler hiçbir şekilde Ortadoğuda BATIYA DÖNÜK, her bakımdan kendine yeten otonom bir lider Türkiye istemezler. İşte iki korkumum sebebi budur.

27 Temmuz 2010 Salı

Birkaç gündür samimiyetle düşünüyorum, acaba Başka bir iktidar, mesela CHP bu şekilde bir referandum yapsaydı oyum ne olurdu? Kararım hayır olurdu. Tabiidirki ihtilal anayasasının başta YÖK gibi bazı maddelerinin değişmesi lazımdır. Ama yalnız bugünkü iktidar değil herhangi bir iktidarın bu kadar kontrol dışı güç sahibi olması, bence doğru değildir. Filozofun dediği gibi, abartırsak doğruyu buluruz. Olmayacak birşey ama, düşününki apo yanlısı bir parti iktidara geldi, ne yapacaksınız?
 Geçtiğimiz hafta sonu Zeyno, Filiz, AliSinan ile Fulyaya yazlığa gittik.Çok keyifli idi. Kusura bakmasınlar ama, onlar bir akşamlık Cundaya gidip Zeyno bize kalınca, deniz, güneş, çimen harikaydı. Zeyno denizde bir alem. Onu elimde yüzdürüp havaya atıp, göğsüne kadar suya girince tuttuğumda attığı kahkahalara denizdeki herkes bayıldı.
Keyifli zaman çabuk geçer; üç gün çok çabuk geçti. Önce Fulyaya veda, bir burukluk. Sonra torun ve çocukların eve bırakışı üzerine tuz biber.
Tanıyanlar bilir, yalnızlığı severim. Ama bu defa ev pek hüzünlü ve soğuk geldi.
Yattım öylece.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Sevgili Ertuğrul Özkök beni mahcubetti. Bugünkü yazısı çok güzel. Bugün okuduğum kadarıyla, ordumuzu o hale getirdikki, şehitler konusunda resmi açıklamayı, bir hata olmasın endişesiyle medyadan saatler sonra yapıyor.
Ben çok üzülüyorum, ordumuzu yıpratmak için elimizden geleni yapıyoruz. Bunda komuta kademesinin basiretsizliği yokmu, var. Ama deniyorki, dünyadada hiç bir Genel Kurmay Başkanı bu kadar konuşmuyor.(keşke konuşmasa) ama dünyada hangi ülkede medyada silahlı kuvvetler bu kadar konuşuluyorki.
Yeter bu sonu gelmeyecek sıkıntılardan. Akşam üzeri Tanya aradı, Aliş uyurken baktık size çok benziyor dedi ve resmini gönderdi. benzetme kabiliyetim olmadığı için anlayamadım ama Fulya zaten son gördüğünde söylemişti.
Yani, zeyno, Aliş zevkleri varken, ve bu yaşta hala yarım yamalak yaşamayı becerebiliyorsam s......m bu dünyayı.

20 Temmuz 2010 Salı

Unuttuğum önemli bir şeyden kısaca bahsetmeden gecemeyeceğim; sigara yasağı cıktığında bu içki yasağınında başlangıcı diyenlere paranoyak diyordum. Ama Başbakanın son sözleri benim paranoyak dediklerimi haklı beni aptal iyimser durumuna düşürdü.

Ivır zıvır

Bugün havayı görünce yanıma ikinci bir T-shirt alıp kulübe gittim. Şiddetli yağmur başlayınca hiç yapmadığım bir şeyi yaptım. Oyağmurun altında boş korta girip hareketsiz durdum. İnanılmaz güzeldi.(refreshing diyecektim ama karşılığını bulamadım).
Eve dönüp mail'ime baktığımda genç tenis arkadaşlarıdan gelen ve bana uygun bir mail gördüm;
  THE PROJECT OF THE DAY AT THE HOME FOR THE AGED WAS
  "TRY TO CREATE SOMETHING FROM MEMORY"
Yani, yaşlılar evinde günün projesi, hayaliniz/hatıralarınızdan birşey yaratmaya çalışın.
 Lütfen deneyin yaş mühim değil, becerebiliyorsanız çok keyifli.
Çok sevdiğim! Ertuğrul Özkök son peki biz onları istiyormuyuz yazısından sonra, birazda Serdar Turgut'un gazıyla gurme yazılarına döndü. Bodrumda çok önemli bir misafirini ağırlamış ve on gün boyunca Türk şarabı içirmiş.Bu ismi meçhul önemli kişide çok memnun kalmış. Ben rakıyı pek sevmediğim için tam 49 senedir Türk şarabından memnunum. Bilen bilir epey bulunduğum yurt dışındada misafiri olduğum amatör uzmanlar bana şarap içirdiler.
Ciddileşelim, asker bir aileden geldiğim için askere toz kondurmam. Ama okuduklarım doğruysaki doğruya benziyor el insaf.
2007 de asker PKK'lıları Heron vasıtasıyla kıstırmış, ağır zayiat verdiriyor. Bu arada bir üsteğmen yarbayına, kendi adamlarım zayiat veriyor ya koordinatları değiştirin yada Heronu düşürün mesajı veriyor.
Ben bunu kabul edemem. Böyle bir ihanet ihtimali San Marino ordusunu bile ayağa kaldırır. Ama bizim Genelkurmay eveliyor geveliyor, ve anlaşılıyorki soruşturma 2007'denberi devam ediyor.Ne diyeyim pes!
Bugünü güzel bir cümleyle bitirelim;
Edep en iyi edepsizden öğrenilir.(Ahmet Hakanın yazısından.)

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Artık bende okunuyorum

Dün biraz hissi biraz ailevi birşeyler yazınca, zaten 3kişiden oluşan okurlardan 5yorum aldım. Demekki biraz sitemkar, biraz yaşlılığı öne çıkaran yazılar revaçta.
O yazımda Fulyanın yorumunda değindiği gibi söz konusu unutmak değildi. Öyle olsa kabristanlardan çıkmamak lazım benim kastim ritüellerin değişmesi ve bizim yaş grubumuzun bazan bunları düşünmesi idi.
Dikkat ederseniz sırada kardeşimi atlamıştım zira o bana kendi inanışını açıklamış ve tamamen hak vermiştim.
Ama hoşuma gitti. Yapacakta bir şey yok, sülaleyi anlatayım.
Annem Babam uzaktan akraba. İkiside Malatyadan ve Hasan Paşa sülalesinden geliyorlar. Anne tarafım coğunlukla akademisyen. Dedem, (Annemin büyük babası) Ord. Prof. Ethem Akif Battalgazi (kökler Battalgaziye dayanıyor) modern Türk adli tıp kurucularından. Kızlarından, annemin teyzesi Fahire Battalgazi Ank. Ü. proflarından. Anneanem (sevgilim) Bedia Battalgazi Türkiyenin ilk kadın gazetecilerinden.
Baba tarafım, Babam Amcam hariç hepten asker. Dedem 18 Mart Çanakkale komutanı, sonra ilk TBMM'de Malatya milletvekili Org. Cevat Çobanlı. Büyükbabam, sayesinde adıma Çorluda stadyum olan Org. Hasan Basri Saran.
Sonra bizler; iyi hayat yaşayan, kültürlü, sevilen, sayılan insanlar. Ama ben,  belkide şartlar değişik olduğundan, onlar gibi olamamanın ezikliğini yaşamıyorum değil.
Neyse, yeni nesle sitem gibi olacak ama biz bunları biliyor ve zaman zaman hatırlıyoruz. Onlar bunları bilmeyecek bile. Sakın anlatan olmayacak demeyin, modern dünyada internettde merak edene hepsi fazlasıyla var.

18 Temmuz 2010 Pazar

Ramazan yaklaşırken

Modern ama dinine bağlı bir aileden geliyorum. Ailede Bayramlar çok önemli idi Sülalenin en yaşlıları olmasalarda, aile bayramın ilk gecesi annemlerde yemek yerdi. Onlardan sonra bir süre bizde yendi ve zamanla oda bitti, iş tipik el öpmelere döndü. Bizim için ozamanlar en önemli şey Bayramın birinci sabahı kabristan ziyaretleri idi. Birkaç yıldır bu ziyaretlerin gidişini 1950'lerin önemli filmi, kumsalda (On the beach)'e benzetiyorum. Yaşı yetişmemiş olanlar için, konu, atom savaşı sonrası hayat tek Avusturalyada devam etmektedir. Ama Öldürücü nüklear bulutlar orayada yaklaşmaktadır. Sydneyin herkesin toplandığı plajı gösterilir ve zamanla tenhalaşan plajda, kimse kalmaz ve film biter. Bizdede, ben küçükken, kabristana amcam babam yeğenim Doğan ve ben giderdik,(anneciğimin dili tutulduğu için gelmezdi). Sonra, babam kardeşim ben, sonra ben kardeşim oğlum. Genelde oğlum beni Arife arar ve baba sabah seni şu saatte alacağım derdi. Bir arife aramadı ve kabristanlara ogün bugün yalnız gidiyorum.
 Herhalde kabristan benden sonra kimsesiz kumsal olacak.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Son 5 gündür, hayat yine pek monoton geçiyor. Bu defa alt baldırımda tıbbi ismini bir türlü ezberleyemediğim bir adale kılıfını yırtmışım. Bu defa 15-20 gün istirahat diyorlar. Hal böyle olunca hayat kulüpte hasetle tenis seyretmek ve yarım asırlık arkadaşım Tayfur ile laflayarak geçiyor. O bile eksik! İkimizede içki kısıtlanınca, şöyle iki üç kadehden de mahrum olduk. Önümüzde iki fincan çay ve kuru pasta ile ileri yaşlı hanımlara benziyoruz.
Kardeşim de yazdığı kadarıyla ,biraz halsiz. Ama radyo tvdeki konuşmalar sinirini ayağa kaldırmış. Sonuna kadar haklıdır. Eğer birinci sınıf vurdumduymaz değilseniz tersi mümkün değil.
Ben şöyle çareler öneriyorum;
  Sabah gazete başlıklarında hayati önemde birşey yoksa derhal spor ve magazin sayfalarına geçin. Osayfalardaki absurdlük ve komedi sizin belirli süre düşünmenizi sağlayacak vedüşündükçe güleceksiniz.
  Televizyonda zinhar haberler, açık oturum veya siyasi ropörtaj izlemeyeceksiniz. Zaten çok önemli bir şey olursa alt yazı geçiyorlar. Bunun yerine National Geographic veya History Channel vs. gibi kanallar izleyebilirsiniz.
  Ama eğlenmek istiyorsanız, ve Digitürkünüz varsa şu dizileri tavsiye ederim;
              According to Jim
              Everybody loves Raymond
              Arliss
              The king of Queens
              30 Rock 74
 Bu diziler size gerçekten iyi vakit geçirtecektir
Eğer çok eğlendiniz, biraz karamsar düşünmek istiyorsanız, adını hatırlamadığım, Nazilerin savaşı kazanmış olması fantazisi üzerine kurulu bir film var izleyin ve düşünün.            

            

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Akşam çok sevdiğim ve hala nekadar halk kahramanı ve annelerinin öçü ile başlayan Frank ve Jesse James olarak düşünsem bile haydutlukları inkar edilemeyeceklerin çok iyi bir versiyonunu seyrediyordumReklam arasında zaplarken bir kanalda haberlere denk geldim. Kılıçlaroğlu partililerine Ramazan sonuna kadar içkiden uzak durun demiş... Eğer söylem doğruysa vah. Yani CHP'liler içki içmemek için ikazamı ihtiyaç duyuyorlar? Ramazanda içmeyin, Camilere, dualara gidin,buralarda meydanı AKP'ye bırakmayın. Bumudur reformistlik? Bu bana zaten AKP'nin temeli olan sistemden faydalanmaya çalışmak gibi geliyor.
Ben hala Erdal İnönü gibi özü sözü bir, kimsenin vesayeti altında olmayan ve halkı ateşleyen bir Atatürkçü lider arıyorum. Bu arada CHP'nin henüz yapamadığı vesayetten kurtulma hamlesini son genel kurulunda yaptığı için SP ve Sn. Numan Kurtulmuşu da kutluyorum.

Yine sporsuz bir on gün!

Alttan ittirmeli
üstten tüttürmeli
çoklu götürgeç
götürsün TDK'yı

Bu bir haber başlığı. Ben Türk Dil Kurumu'nun bazı abukluklarını '70'lerden hatırlıyorum. Mesela hostes yerine gök konuksal avrat hala aklımdan çıkmaz. Ama dün, bugün gazetelerde okuduğum yeni kelimeler tüy dikti. Yukarıdaki kelimenin bizim bildiğimiz manası tren. Ne kadar öz ve kısa değil mi? Bakın okuduğum birkaç yeni kelimeyi yazayımki , Türkçeyi düzgün konuşun.
Aspiratör=Emmeç
Raket=Vuraç
Türbulans=Burgaç
















Duayen=Aksakal (Yani duayen dişi olamıyor veya sakallı olması lazım)
Banliyö=Yörekent
Ben Türkçenin  Türkçe konuşulması taraftarıyım. Yeni neslin yarı Türkçe yarı yabancı kelimelerle     konuşmasına karşıyım. Zira bize ortaokul dil dersinde öğretilen konuştuğun lisanı konuş, iki lisanı karıştırarak konuşma idi.
Son olarak yine okuduğum bir cümleyi yazıyorum, bakalım ne diyeceksiniz.
 "Son görümsetmemi bir kenar yörekentindeçektik. Aksakal yönetmenimiz bazı sahnelerde oklama ve emmeç kullandı".
Şimdi bunumu daha çok anlıyoruz yarı Türkçeyimi, yorumu size bırakıyorum.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Dün akşam dünya kupası finalini seyrettim. Futbol oynayan bir takımla, sertlik ve yıldırma taktiği almış iki takımın mücadelesi idi. Takdiri ilahiye bir daha inandım. Her şeye, hatta en golcü futbolcusunun hasbelkader iki pozisyonuna rağmen futbol oynayanlar kazandı.

Bu sabah şöyle gazetelere bakınca gördümki keyifli bir haftaya başlamak yine zor. Referandumdan başka hiçbir şey konuşulmuyor.
Hatırlayalım; 12 Eylül Anayasasına her kesimden 17 milyonun üstünde vatandaş evet demişti. Bunların bir kısmı dökülen kanın durması için, bir kısmı askerden korkudan ( ki o zaman romandaki gibi büyük birader görüyor tarzı dinleme gözleme teknikleri gelişmemişti) son kısmıda sol karşıtı olduğu için evet oyu kullanmıştı.Ama o gün hayır oyu veren 1.6 milyonun büyük çoğunluğu sol tandanslıydı. Şimdi, benim anlayamadığım, o anayasaya evet diyenlerin şimdi niye evet dedikleri anayasayı değiştirmek içi oy vereceği?
Anlayamadığım birşey daha; değişiklik iktidara yargı üzerindede büyük yetki veriyor. Peki şayet seçimde başka bir parti veya bir koalisyon bu yetkilere sahip olup olası dokunulmazlıkları kaldırır ve yargı kontrolu ile çeşitli işlemler yapar ise ne olacak?
İşte beni korkutan bu. Hakkında bir dolu dosya olanlar bu anayasa değişikliği için bastırıyorsa demekki seçimi garantiye almışlar demektir.
Sakın yanlış anlaşılmasın, ben politik bir insan değilim. Bunlar sadece bir gözlem.
AK partinin doğrularını gözardı etmiyorum. Bende Ortadoğuda Türkiye ile Amerika ve İsrailin çıkarlarının ergeç çatışacağına inanıyorum. Bu konuda milletlerarası terbiye dahilinde çıkışlar yapılması gereklidir. Ancak Talabaniyi başkan yaparak, Amerikanın çıkarları doğrultusunda bölgede hakim kılmaya çalıştığı, Osmanlıdan beri Türk düşmanı Barzaninin Türkiyede karşılanış ve ağırlanış şekli içimi acıtıyor.

En sonunda yaz geldi. havalar bu hafta 30'ların üzerine çıkacakmış. Yaz da gelemedi derken sıcaktan şikayet etmemiz yakındır. Ee 28 sene önce %90 üzeri oy verdiğimiz anayasaya hayır diyebileceğimiz gibi.

Hadi iyi geceler.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Maçı seyrettim, yorumlara cevap yazdım ama hala uyku yok.

Bahsetmedim ama tandon sıkıntım geçti ve geçen P.tesinden beri tenis oynayabiliyorum. dolayısıyla keyfim yerinde. Ancak, dünya kupası bittiği ve ben gece çıkmalarını sevmediğim için basketbol dünya şampiyonası başlayıncaya kadarki gece programım şu; klasik komedi filmleri.
Önce Peter Sellers ile başlayacağım. Party, A shot in the dark, Pink panther serisi ve tam komedi olmasada en önemli filmi; Chauncy Gardiner. Daha sonra, isterseniz biraz köylü işi deyin ama yatişmemde amerikan köylü öğretmenlerin rolü var, Burt Reynolds ve Smokey and the Bandid serisi.

Bu arada aklıma gelmişken, Yahudilerin Padişah Abdülhamit döneminde Filistin karşılığı Osmanlıya borçlarını ödemeyi teklif ettiğini ve bu konuda Barzani ailesinin Ermenilerle birlikte karşı hareket ettiğini biliyormuydunuz?
Ne alaka değil mi.

Yorumlara cevap

Sevgili Fulya yorumlara nasıl cevap yazacağımı öğretmediği için, cevaplarım kısaca aşağıda:

Fulyacığım, benden beklenmez ama o müziğe rağmen tekte kaldım.
Ersinciğim, viski sevdiğin için, Bourbon olmasada sana bir iskoç soğuk algınlığı tarifim var. tarifin adı"toddy" çok basit, whisky, kaynar su ve biraz şeker. Alıp yatağa giderken, şapkanıda ayak ucuna koyup, çift görünceye kadar içeceksin. Birşeyin kalmaz.
Sevgiler.
Dün akşam erken saatlerde pesto sos çiğ krem üzeri parmesanlı bir tortelini yedikten sonra, yine eskileri yadetmek için long play'leri karıştırıp dinlemeye karar verdim. Tabii yandaşı içki olmadan bir şeye benzemeyeceği için, izin verilen ve oğul ile gelinimizin getirdiği özel viskiden bir kadeh koydum. Dinlemek için 14-15 tane ayırmama rağmen, kadehe bütün gayretime rağmen 5 LP eşlik edebildi . Ama, Crusaders'in B.B King ile kraliyet filarmoni orkestrasıyla başlayıp, Paul Williams, Gordon Lightfoot, Ramsey Lewis trio ile devamla Stanley Turrentine finali değdi doğrusu.

Sabahleyin kardeşimin bloglarına bakarken, Hürriyette yayınlanan şarap ek inden bahisle benimde özellikle şahit olduğumda nefret ettiğim şarap görgüsüzlüğünden bahsetmiş. Son zamanlarda çok ünlü bir şarap uzmanı iyi şarap muhakkak pahalı olan değildir dediğinden beri, artık değişik orta fiyatlı Türk şarabı içmekte ayıp sayılmıyor.

Neyse, konu beni aynı sayılabilecek viski görgüsüzlüğüne getirdi. Şarap kadar çeşitli olmasa da viskininde iyisi, kötüsü, çeşitleri vardır. Çoğu kimse bilmekten ziyade çok içileni iyi diye içiyor.

Çok  gençliğimde bir iskoç barmen tarafından bu konuda fena utandırılmıştım. O duruma bir daha düşmemek için viski konusunda epey kitap okudum, anlatayım;

Viskiyi İskoçların mı yoksa İrlandalıların mı ilk ürettği konusu hala münakaşa konusudur.

Genelde 6-7 değişik viski olmasına karşın genelde bilerek veya bilmeyerek 4 cinsi çok içilmektedir.
Straight Whiskey: Bu viski, fermente edilmiş tahıldan yapılır ve en az iki sene tahta varillerde dinlendirilir. İçimi tok ve koyu renklidir. Tek üreticinin ve çoğunlukla aynı mahsulden elde edilmiştir. 40-55 derece arasındadır.
Blended Whiskey: Bunlar, hacminin en az %20'si tek mahsul gerisi çeşitli üreticilerden alınmış viskilerdir. En tutulanlar, %35/%65 oranlı olanlardır.
Scotch: Sadece İskoçyada üretilir ve ana malzemeleri su, maya ve buğday maltıdır. Çoğu hala klasik tesislerde üretilmektedir. İcimindeki isimsi tat maltın kurutulduğu fırınlarda yakılan "peat" adlı bataklıklarda yetişen bir çalıdır.
Bourbon: Menşei Kentucky'nin Bourbon kasabasıdır. En az %50'si mısır, gerisi diğer tahıllardan üretilir. "sweet mash" ve daha meşhur "sour mash" diye iki fermentasyon şekli vardır.

Viski adı aslen Keltçe "uisgebah"(yanlış yazmış olabilirim) yani hayat suyudur. Acak onca savaş, talan, ve kültür değiş tokuşu sonrası "whiskey olmuştur. Dikkatinizi çekmiştir, "whiskey" her zaman arasında "e" ile hecelenir. Sadece İskoçlar "e" kullanmayıp, "whisky" derler.

Şimdi benim ağız tadıma göre güzel viskiler;
Orta fiyatlılar: Teachers, Tullemore Dew, White Label, Ballantines (aklıma bu kadarı geldi)
Yüksek fiyatlılar:Glen Livet, Macallan, Glen Grant, Talisker, Glen Morangie, Glen Fiddich.

İnsan gurur meselesi yapınca amma lüzumsuz vakit harcıyor, değil mi !!!

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Gece notları

Aslında yine Serdar Turgut yazacaktım ama az önce kardeşimin bloğuna bakarken Tanyanın 8 saat önceki yazı ve resimlerini gördüm. yorum yazmayı denedim ama yine beceremedim. Ne kadar şirin birşey olmuş öyle. Bende tuhaf bir amcayım; Aliş'i iki defa gördüm, bir doğduğunda bir hastayken beni ziyarete geldiğinde.Ama ben böyleyim , hep söylerim, annemlerle altlı üstlü aynı evde otururken bile onları 15-20 gün görmediğim olurdu. Ama severim, uzaktanda olsa severim.  Aliş bana kardeş çocuğundan çok ikinci bir torun olduğuna göre,(aramızda 66 yaş fark var) onu daha sık görmeliyiz.

Lütfen bugünkü Serdar Turgut'u okuyun. Kendisini eskiden olduğu gibi "kültürel marksist" tanıtımıyla, CHP'nin tarih içinde ne için köylüden ve dinden uzaklaşmış gibi göründüğünü ve bundan öncelikle eski DP'nin '50 seçimlerinde nasıl yararlandığını yazmış.
Özetle şöyle; Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk ekonomisi yok gibi. Savaş sonrası ekonomik buhran dolayısıyla dış yardım imkansız.
Yurt içi yaratılabilecek yegane kaynak, dönemin tek üreticisi  ziraat yani köylü.
Bu uğurda köylünün yarattığı değere el konuldu ve yaratılan kaynak büyük yatırım hamlesi için kullanıldı.
Bu ekonomik başarının bedeli olarak bu sömürülme nedenlerini bilemeyen köylü CHP' ye karşı tavır aldı.
Bu halktan uzaklaşma, halkın değerlerindende kopma olarak algılandı.
Halk değerleri denilince ilk akla gelen din olduğundan, CHP ve rejimin dine karşı gibi algılanmasının nedeni ekonomiktir.

Hakikaten, kendide söylediği gibi S:T.' nin az ama öz yazdığı ciddi yazılardan biri.

Dolayısıyla, Kılıçlaroğlu eğer CHP'ye, çok daha önemlisi Türkiyeye hizmet etmek istiyorsa, siperlerde dolaşıp ayakta durarak s.... yarıştırıp siper yüksekliği polemiği yaratacağına halkın beynine yukarıdaki gerçekleri sokmalıdır.

Bu gece yazdıklarım bile moralimi bozmuyor çünkü bugün kulüpte saat 15: 00'te tenis oynayan biri '33 biri '38 doğumlu iki ahbabımla tenis anılarımızı yadettik.
Kendini genç hissetmek kadar güzel birşey olmasa gerek!!!

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Ivır zıvır

Son 7-8 gündür çok meşgulum tembellikle. Evde yalnızım konuşacak kimse yok. Tandon sakatlığı var o nedenle tenis yok. Son kalp problemleri nedeniyle ve birazda Fulyanın gayretiyle içki yasak. dolayısıyla içkiye meze olan müzik tek başına çekilmiyor o da yok. O hale geldimki gazete sayfasını çevirmeye bile üşeniyorum. Bu nedenle şimdi Ajans Press kolay geliyor. Bu arada çoğu köşe yazarlarının isimlerini, okumasam bile tıklayınca kendimce bir mukayese yaptım. Sizde aynı şeyi yapın, bakalım ne kadarı  için aynı fikirdeyiz.
Sabık gen. yayın md.'leri ile başlayayım; ben Ertuğrul Özkök'ü sevmiyorum bana çok yapmacık ve kendini beğenmiş geliyor. Eskiden pahalı şaraplardan başka şarap tanımazdı. Ancak ne zaman makul fiyatlı şaraplar onların tabiriyle "in" oldu, Sevilen, Turasan vs. gibi şaraplar önem kazandı. Ayrıca Hürriyet gazetesinde yıllarca gyy olarak kalmak uğruna Ecevit çizgisinden ne kadar saptığıortada. Devamlı Paris muhabbetleri ve '68 kuşağı da sıktı. Bence artık ihtiyaç kalmadığı ve riskli olduğu için yönetiminde kabuluyla mevkiyi terketti. Zaten artık bazı şeyleri yazmaya korktuğunu tv canlı yayınında kendisi açıkladı.
Yine sabık gyy' lerden Serdar Turgut'a bayılıyorum. Zaten o karakterde birinin gyy olması tuhafıma gitmişti . Ama o zaman bile bir ciddi başyazı ve birde kendini sevdiren ara sayfa yazısı ile tarzını devam ettirmişti. Belkide ST'yi biraz kendime benzettiğimden seviyorum. İçkiyi seven ama markasını reklam etmeyen, karısından hafif çekindiğini alenen beyan eden, eğitimini eski bohem yaşamını abartmayan olması bana biraz beni hatırlatıyor.
Emin Çölaşanı sevmiyorum, çoğu gerçek olsa bile müsamahasız, katı ve incelikten yazıyor. Bekir Çoşkun hem sert hemde esprili muhalif yazılar yazar. Sempatiktir. Ama son zamanlardaki favori politik köşe yazarım, Yılmaz Özdil. Yumuşak, fevkalade esprili, ama nokta atışlı yazılar.
Oral Eğin'i sevmiyorum. Belki biraz önyargı ama tipinide, konuşmasınıda, konuları ele alış şeklinide sevmiyorum. Kanat Atkayanın müzik zevki ve bilgisine bayılıyorum. ayrıca arkadaş muhabbetleride çok hoş.Birde son zamanlarda okuduğum Yiğit Bulut var. Hem siyasi hemde ekonomi yazıyor. Uzun süre AKP'nin yanlışlarını eleştirmesine rağmen, bazı doğrularıda yazması güzel.
Ahmet Hakan hoş. Mahalle değiştirme ve Nişantaşı vatandaşlığını güzel kullanıyor. Ama son zamanlardaki RTE ile ilgili (AKP dışı) yarı açık güzellemeler ilginç.
Ayşe Armanı unuttuğumu zannetmeyin, ama unutmak istiyorum.
Bu kadar.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Ersinciğim, aslında ŞH'nın ne ne anlamda kullanıldığı niye o anlamda kullanıldığı açısından mühim. Ancak daha önemlisi, hem Şirketi Hayriyenin hemde şehir hatlarının özel ticari şirketler olması ve kar amacı gütmeleridir. Yani, eskisi Fransız ağırlıklı bir AŞ , Diğeri Eski Denizcilik Bankasına ait bir şirkettir. Dolayısıyla bugükü firma hernekadar otonom gibi görünsede siyasi güdümlüdür. Ayrıca dediğin gibi ceşitli siyasi uygulamalar ve rant gayeleri ile Türk yolcu gemileri onarılmak yerine hurda edilmiş veya haraç mezat satılmıştır.
Bu yazıyı aslında kabotaj yazına yorum olarak göndermek isterdim ama daha yorum faslını beceremiyorum .
P.S Beni hiç sevmediğim siyasete bulaştırıyorsun. Yapma!!!
Sevgili kardeşim, herhalde bilgisayar özürlü olduğuma senide inandıramamışım.  Tavsiye ettiğin yayınlama işini Fulyaya anlattım, oda durumu farkedip işi hallettiğini söyledi. İkinizde sağolun, artık bende yazdıklarım hakkındaki yorumları okuyabileceğim. Senin bloglarına gelince, tabii hepsini okuyorum ancak daha nasıl yorum yayınlanır faslına gelmediğimden sadece yorumu kendi kendime yapıyorum. Gün gelecek evvelAllah onuda becereceğiz. Geçen gün kitapçıda Eski Göztepe ile ilgili bir kitap gördüm resimlerde vardı. şöyle bakarken dıkkat ettim eski denilen resimlerin çoğu '60'lardan kalma. kitaba baktığımı gören kasiyer hanım "ne güzelmiş eski hali " dedi. Tabii şimdiki halinden daha güzel, ancak dediğin doğru ana babamızdan ilk ağızdan öğrendiklerimizi ve kendi gördüklerimizi(hiç değilse Göztepe ve Kadıköy hk.) anlatmak lazım.
Bu arada eski bloglarınla ilgili şakayla karışık birşey hatırlatayım; genel görünüme uygun olarak ŞH/ Şirketi Hayriye güzel bir benzetme. Ama hatırlatayım, erkek tarafından sülalen şirketin ilk ortaklarından. Neyse umarımki, gidiş bize o günleri bile aratmaz.

29 Haziran 2010 Salı

vapurlar/eskiye özlem

Kardeşim dün adalar ulaşım rezaletine değinirken eski vapurlardan ve ulaşımdan bahsetmiş. Zaten yaşadığımız yerlerin eski halini ve özlemi anlatışına bayılıyorum. Ama adalardan önce İstanbulumuza şu an faydalı olabilecek hangi hatları kaybetmedikki. Eskiden, Karaköyden vapura binip, eviniz Modada, Kalamışta veya Suadiyede ise oralarda inebilirdiniz. Dua edelimki Adalara kara ulaşımı yok aksi halde deniz yolu senelerdenberi gelen bu zihniyetle hepten yokolurdu. Aynı '50 sonrası demiryollarının tukaka edildiği gibi.
Beni tanıyan bilir, politikayla fazla ilgim yoktur.Ancak yukarıdaki tarih ve olaylar bizzat gördüğüm gerçeklerdir.
Neyse, ben Kadıköyde ençok neleri özlediğimi söyleyeyim, bakalım kaç kişi hatırlayacak;
- Anne babamla Caddebostan plaj gazinosunda rahmetli İrfan Kipman ustadan tango dinlemeyi,
- Rahmetli Anneanemle eski tahta Fenerbahçe stadyumunda maç seyretmeyi,
-Rahmetli Babamla o zaman olmayan ankara yolu civarında avlanmayı,
-Yazın Bağdat caddesinde açık tramvaya binmeyi,
-Çatalçeşmede rahmetli teyzemlerden pırıl pırl denize girmeyi,
-Mahallede futbol oynamayı,
-Ama en önemlisi, muhitte herkesin birbirine saygı duyduğu ,zorlamasız fakat modern belkide Avrupa ötesi bir Kadıköyde yaşamayı özledim.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Pazartesi

Pazartesi sendromu, genelde çalışanlara mahsus bir ruh halidir. Ancak 35 seneyi aşkın çalışmış olunca üstüne üstlük eşiniz yazlığa gitmiş ve yanlız olunca, sendroma devam. Sabah gazeteyi açtığımda özetle şunlar vardı: 1) Sayın Başbakan Mavi Marmara yolcularının!!! serbest bırakılması dolayısıyla Obamaya teşekkür etmiş. 2) Obama acaba görüşmeye ABD maçı dolayısıyla gecikmişmiyimiş. 3)Kılıçlaroğlu Gediktepe  Karakolunu ve siperleri ziyaret edecekmiş. CHP kılıçlaroğlu siperde ayakta duracak demiş. Kılıçlaroğlu ise ne yapacağımı göreceksiniz demiş." Üç perende, bir takla atsın sıkı delikanlılık olur. Herhalde size okurken baygınlık geldi, birde bu yaşlı adamıdüşünün. Aman bu arada en önemlisi, Defne Sanyeli-Eren Talu gibi fevkalade önemli ve çirkin konuyuda unutmayalım. Ama bu konu malum her tarafı denk köşe yazarları tarafından layıkıyla irdelenecekir. Neyse, hafta sonu pek iyi başlamadı. C.tesi mükemmel bir tenis havasında tenis oynarken, adale zorlaması dolayısıyla zor yürür hale geldim. Ama Pazar günü Zeyno (torun) ile kahvaltı herşeye değdi. Üç saat nasıl geçti bilemedim. O keyifle evde çoktandır yapmadığım birşeyi yapmak istedim; gençliğimde sevdiğim müziği dinlemek. Önce Harry Belafontenin ilk Avrupa konseri olan '59 yılındaki Carnegie Hall konseri ile başladım. Muazzam! Ne elektronik destek, ne teknoloji, sadece insan ses ve enstruman. Daha sonra '50-'60 arası çok sevdiğim ve Modern Folk Üçlüsünün ilham kaynağı olan Kingston Trio'ya geldi sıra, Reverend Mr. Black'i dinlerken gözlerim doldu, keşke bende babam için bu kadar saygı dolu şeyler yazabilseydim. Pektabii, en son sıra '60-'70'lerin fenomeni unutulmayan Blood Sweat and Tears' a geldi. Child is father to a man albümünü dinlerken, benim yaşımda ve 35 yaşında bir oğlu olan bir baba için albümün ne kadar manalı olduğunu düşündüm. Neyse haftasonu ve P.tesi bitti sayılır, bizim yaş grubunun düşünüpte söylemediği gibi allahın izniyle iyi bir Temmuz ayı görürüz.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Sevgili Fulya bilgisayar özürlü olduğumu bildiğinden bana bir blog sayfası hazırlamış. Sabah hoş bir sürpriz oldu. Ancak sayfanın ana teması olan resimle ilgili bir şey söylemeden geçemiyeceğim. Resim 15 sene önce o zaman gencecik, şimdi ünlü fotografçı Zeynel Abidin tarafından çekilmişti. Fulyacığım, beni hala resimdeki gibi görüyorsan ne mutlu bana. Sayfa için teşekkürler,

22 Haziran 2010 Salı

Çanakkale

Son üst kademe asker beyanlarında terör savaşı ile çanakkale savunması karşılaştırılmakta. Bu konu fevkalade hassas, yani yukarı tükürsen vs. benim dedem çanakkale müstahkem mevkii komutanı org. Cevat Çobanlı. Ben bu sebeple biraz taraflı olabilirim, ancak dünyanın o zamanki en güçlü donanmasına karşı koymak, daha sonra Miralay Mustafa Kemal (Atatürk öncesi) komutasındaki dünyanın en büyük savunmalarından birini ,kimin taşeronu olursa olsun pkk ile olan çatışmalara eş tutmak bence öncelikle askeri teknik açısından bir hata. Konu şehadet mertebesi ise, evet orada ve şimdi toprağa verdiklerimiz vatan uğruna şehidolmuşlardır. Ancak takdir edilmelidirki birinci dünya savaşı ile takriben 30 yıldır çeşitli basiretsizlikler nedeniyle sonuçlandırılamıyan terör arasında fark var. Bu sebeplerle, bu durumu askeri açıdan çeşitli benzetmelere kaçmadan olduğu gibi görmek ve Çanakkale komutanlarının basiretiyle durumu çözmek gerekliliğine inanıyorum.

20 Haziran 2010 Pazar

Hiç böyle birşey yapacağımı düşünmezdim, ancak fulyanın(eşim) merakı ve Ersin Saranın(kardeşim)zaman zaman politik zaman zaman insana dünyevi basit zevklerin hala varolduğunu hatırlatan hoş yazıları beni bu yola itti. Aslında 66 yaşında ve keşke denecek çoğu şeyi yapmış bir kişinin çok boş vakti olduğundan bu yolla birşeyler paylaşmak belkide hoş olacak. görüşmek üzere.